top of page

Çocuklar Savaş Hakkında Ne Diyor?

Ghandi demiş ya,

"Bu dünyada gerçek barışa ulaşmak istiyorsak,

işe çocuklarla başlamalıyız."

Evet, işe çocuklarla başlamalı!

Çocuklarla savaşı konuşmak için İstanbul’da bir okuldayım.

Üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerinden üç kız, altı erkek var karşımda.

Kızların üçü bir koltuğa oturmuş, gözümün içine bakıyorlar.

Erkekler hareketli ve gırgır şamata peşinde.

Dersi kaynattıkları için mutluluklarına diyecek yok.

Hikayelerini anlatmak istiyorlar ilk başta.

O kadar çok anlatacakları şey var ki!

Yeter ki dinleyelim.

Ben de uzun uzun dinliyorum.

Hatta biri, ablasının yazdığı hikayeyi üşenmeden, noktasından virgülüne kadar anlatıyor.

Onu da dinliyoruz.

Gerçekten de çocuklar her zaman olduğu gibi ışıltılı, çok renkli, hareketli, sıcak, sımsıcak.

Dökülen kana rağmen umudun tek adresi.

Savaşı konuşmaya başlamadan önce hayal kurma oyunu oynuyoruz.

Ne mutlu ki yadırgamıyorlar, hoşlarına gidiyor.

Oyunumuz bitince, “Bi daha, bi daha,” diye ısrar ediyorlar.

Ama zaman kısıtlı.

Başka bir sefere, diyorum.

Elimde bir fotoğraf, savaş fotoğrafı.

Yokluğu, yıkımı, acıyı, sefaleti, mültecileri anlatıyor.

Çocuklara sorular soruyorum, bir sürü. Hepsi söz alıyor.

“Savaşa hayır!” diyorlar,

“Kimsenin kavga etmeyeceği, küsmeyeceği bir ülke yapardım,” diyorlar,

“Terörü bitirirdim,” diyorlar.

“İnsanlar dehşet değil, mutlulukla yaşamalı,” diyorlar.

“Biz sadece bir dünyada yaşıyoruz. Ve dünyadaki bütün ülkeler bizim komşumuz, kardeşimizdir,” diyorlar.

Dumanları ve yıkık dökük binaları geride bırakıp göç eden insanların, “Savaşsız ve barışlı bir yere, çok pahalı olmayan, akrabaları olan bir yere,” gittiklerini söylüyorlar.

En öndeki, soğuktan ve susuzluktan dudağı çatlamış, cildi solmuş kadının aklından geçenleri okuyor aralarından biri: “Bu savaşı neden başlattılar? Niye bunu bize yaptılar? Şimdi nereye gideceğiz? Ölecek miyiz, kalacak mıyız? Neler yaşayacağız? Savaştaki oğluma ne olacak? Tek başıma nasıl yaşayacağım?”

Üçüncü sınıfa giden kız çocuğunun bu sözlerine şaşırıyorum.

Sonra, “Bu ülkenin başbakanı olsaydınız, ne yapardınız?” diye soruyorum.

Bu soru ayrı bir heyecanlandırıyor hepsini.

Erkeklerden ikisi başbakan rolüne giriyorlar. Ayağa kalkıp, beden dillerini değiştiriyorlar. Omuzlar geriye gidiyor, kollar iki yana doğru hafiften açılıyor.

Başbakan rolüne bürünmüş olana söz veriyorum:

“Güçsüz devletler arasındayız,” diye başlıyor. “Güçlü olmak için silah lazım. Silah alırdım. Bir de güçsüz ülkelerle birlik olurdum,” diye de devam ediyor.

Diğerleri tek tek sıralıyor başbakan olsalar neler yapacaklarını:

“Eğitimin daha iyi olması sağlardım.”

“Yüz katlı binalar yapardım ve herkesin bir uçağı olurdu.”

“Apartmanlara yürüyen merdiven yapardım,” diyor bir başkası. Sormadım ama belli ki asansörsüz bir apartmanın üst katlarında oturuyor. J

“Herkese eşit davranırdım,” dedi bir tanesi. Yemyeşil gözleri alev alev parlıyordu.

Kuvvetli bir söylem. Tüylerim diken diken oluyor.

İnsan hakları savunucusu, felsefeci İoanna Kuçuradi’nin,

“Bir tek insan hakkı ihlali vardır; o da kişiye farklı davranmaktır,” sözü aklıma geliyor.

Sonra her biri ellerindeki fotoğrafa isim veriyorlar:

“Neden savaş, neden barış değil?”,

“Dünyanın sonu!”

“Dehşet.”

“Yıkımlara son!”

“Düşmanlar gitsin!”

Bir ara Suriyeli mülteciler konusuna da değiniyoruz.

Çoğunluk (altısı), mültecilerin aramıza karışmasını istemiyor.

Peki ne yapacağız diye sorduğumda ise,

“Onlara ayrı bir yer yapalım. Orada yatıp kalksınlar. Orada okula gidip, orada yemek yesinler” diye öneride bulundular. Hemen hemen hepsi hemfikirdi bu konuda. “Peki... Bizim ülkemizde savaş çıksa ve savaştan kaçıyor olsak ve bir komşu ülkeye sığınsak... Onlar, bizi dört duvar içine koysalar, artık burada yaşayacaksınız deseler ne düşünürdünüz, nasıl hissederdiniz?” diye tartışmayı devam ettirdim.

Bunun üzerine birkaçı hemen geri adım atıp, “Yani... Bulundukları yerden arada bir çıkabilirler,” dediler.

“Bizim okulumuza da gelebilir,” diye devam etti diğerleri.

Gerçekten Suriyeli bir çocuk okullarına gelse, acaba ne yaparlardı merak ettim.

Çocuklara savaşın “kötü” bir şey olduğu öğretilmiş elbet.

Ama yine de erkekler, doğaları gereği savaşla dans etmeyi seviyor,

vatanı savunmanın ve silah alımının gerekliliğine inanıyorlar.

“Savaş yaparsak” diyor biri, “Amerika bizim karşımızda olmamalı!”

“Vatan sağ olsun” diye ekliyor diğeri.

“Savaş kötüyse Kurtuluş savaşı kötü mü oldu ki?” diye soruyor bir başkası.

Sorular ve cevaplarla bir ritim tutturmuş giderken

çocuklar arası inanılmaz bir etkileşim gözlemliyorum.

Birbirlerinden çok şey öğreniyorlar.

Ve birisi farklı bir şey söylemeyedursun ya çullanma oluyor, ya da çatışma çıkıyor.

Rus uçağının sınır ihlali üzerine Türklerin uçağı düşürmesi konusuna geliyoruz bir şekilde.

İlk başta hepsi bana anlattılar neden Türkiye’nin Rus uçağını düşürmekte haklı olduğunu.

Sonra aralarından biri (“Fısıldayan Kız” ismini taktım bu kıza) ile göz göze geldim.

Olabildiğince sessizce, “Uçak düşürülmeyebilirdi,” dedi.

Hepsi aynı anda çullanmaya başladı Fısıldayan Kız’a.

Hemen müdahale edip, kuralımızı hatırlattım:

“Unutmayın! Ne söylenirse söylensin birbirimizin sözünü kesmeden, saygıyla dinleyeceğimize, birbirimizi anlamaya çalışacağımıza söz vermiştik! Fikir ayrılıkları öğrenme ve gelişme için bir fırsattır!”

“Tamam” dediler.

Fısıldayan Kız dediğini tekrarladı ve neden böyle düşündüğünü anlattı.

Bu sefer kimse çullanmadı. Dinlediler.

“Peki o jeti kullanan sizin ablanız, abiniz olsaydı?” diye sordum.

Konuşma pek bir yere gitmedi, fikirleri değişmedi.

Ama ben ve Fısıldayan Kız, empati adına içlerine ufak bir tohum attık gibi hissettik.

Öğrenecekleri çok şeyleri, kat edecekleri uzun yolları var.

Ağaç yaşken eğilir misali,

Daha küçükken bu çocuklara empati, farklı olana saygı duyma, etik değerler eğitimi verilmeli,

Ve bu değerler bir yaşam biçimi haline getirilebilmeli.

İşte o zaman birçok sorun diyalog yoluyla çözüme ulaşabileceğine inanıyorum.

Savaş konulu yazımı atölyedeki bir çocuğun anlattığı bir anı ile bitireyim:

Bu tatlı kız, “Geçenlerde, aylar önce, sıcak bir yaz akşamında,” diye başladı hikayesine.

Parkta oynarken Suriyeli bir çocuk görmüş.

Kirli mi kirli, üstü başı dağınık mı dağınıkmış.

Beraber oynamaya başlamışlar ki, bizim kızın annesi, kızını yanına çağırıp, demiş ki,

“Onlara fazla yaklaşma, onlar sokakta uyuyorlar, pisler, kirliler!”

Bizim kız da ne yapsın, “Tamam” demiş.

Uzaklaşmış oyun arkadaşından.

Yaşı küçük ama yüreği büyükmüş bu kızın.

Akşam eve gittiğinde, o çocuğu düşünmüş.

Çok üzülmüş, öyle söyledi.

Biz de onların yerinde olabilirdik, dedi.

Dokuz yaşındaki kahramanımız hikayede apaçık gösterdiği gibi,

Bu dünyada tek ihtiyacımız olan şey empati!

Yani kendimizi bir başkasının yerine koyabilmek.

Gerisi zaten gelir.

Ama bu konuşmayı yerleştirme kampındaki Suriyeli, Cizreli, Silopili çocuklarla yapmayı öyle çok isterdim ki... Ne kadar empati yapılsa da konunun önemi, gerçek ağırlığı başa gelmeden bilinmiyor.

bottom of page